İki nurun şehri: Samarra
Samarra, tarihin derinliklerine uzanan kadim bir isimdir ve bu isim, o şehirde birbirini izleyen medeniyetleri temsil eder. “Samarra” ismi Aramice kökenlidir ve Irak’taki diğer bazı Aramice isimler gibi aslında kısa (kapalı) bir formdadır: (Kerbela), (Harura) gibi. Araplar ise bu tür Aramice kısa isimleri, özellikle şiir dilinde, Arapça isimlere benzeterek veya onları Arapça zannederek çoğunlukla uzatmışlardır. Arapçadaki pek çok kelimede olduğu gibi bu tür isimlerde de hem kısa hem uzun kullanım bulunabilir.
Bu ismin anlamına gelince, tarihçiler “Samarra” kelimesinin Aramice anlamını zikretmemiştir; zira çok eskiye dayanan bu tür isimlerin kökenlerini açıklamak oldukça zordur. Ancak bazı tarihçiler ve şarkiyatçılar çeşitli varsayımlar ileri sürmüşlerdir. Aramice'nin Sami diller ailesine bağlı bir dal olması sebebiyle bu varsayımlar arasında şu görüş dikkat çeker: Aramiler döneminde Samarra, Dicle Nehri'nde gemilerin gönderildiği bir yerdi veya burada bir gemi üretim merkezi bulunuyordu. Bu nedenle “şemmera” fiilinden (göndermek) türetilmiş olabilir. Örneğin: “Şemmeret es-sefîne” yani “gemiyi gönderdim.”
Rahip Enastas el-Kermalî şöyle der: “Şüphe yok ki Samarra’yı kuran ve inşa eden kişi Abbasi Halifesi Mu‘tasım Billah’tır. Ancak şehrin ismini Mu‘tasım koymamıştır; bu isim tarihin derinliklerinden gelmektedir.” Roma tarihçisi Ammianus Marcellinus (MS 320–390) bu şehirden “Soomra” ismiyle bahsetmiştir. Yine beşinci yüzyılda yaşamış olan Yunan tarihçi Zosimus, Roma tarihine dair eserinde bu yerin adını “Soma” olarak anmış ve bazı eleştirmenler bu ismin sonundaki iki harfin düştüğünü, asıl ismin “Soomra” olduğunu söylemiştir.
Süryani kaynaklarda bu isme “Şoomra” (şın harfiyle) şeklinde rastlanır. İbnü’l-Arabi ise bu şehri “es-Samire” olarak anmıştır. Alman arkeolog Herzfeld’e göre bu şehrin ismi Asur yazıtlarında “Sarmarta” şeklinde geçmekte olup, Persler döneminde Romalılarla savaşlarda önemli bir konuma sahipti.
Şehir isminin “Serru men ra’a” (gören sevinir) ya da “Sa’a men ra’a” (gören üzülür) gibi anlamlara geldiği yönündeki iddialara gelince; araştırmacı Kazım ed-Decîlî bu tür anlamların hayal gücünün ürünü olduğunu ve insanların evrenin sırlarına bir açıklama getirme arzularından doğduğunu belirtir. Düşünsel olarak tatmin olmak adına yapılan bu yorumların gerçekle ilgisinin bulunmadığını, zira bu ismin çok eski çağlarda Babilliler, Asurlular, Kildaniler veya diğer kadim kavimler tarafından verilmiş olabileceğini söyler. Bu nedenle böyle bir isme Arapça bir anlam aramak doğru değildir.
Tıpkı diğer kadim şehirlerde olduğu gibi Samarra ismiyle ilgili de birçok efsane türetilmiştir. Yakut el-Hamavi bu şehir için birçok isim zikreder; ancak bunların çoğu efsanelere dayanır. Bunlardan biri de Samarra’nın Nuh’un oğlu Sam tarafından, gemiden indikten sonra kurulduğu ve bu nedenle “Sam Rah” (Sam’ın yolu) olarak adlandırıldığı rivayetidir. Bir diğer rivayete göre burası, Perslere bağlı eski bir şehirdi ve Roma Kralı’ndan alınan vergilerin teslim edildiği yerdi. Çünkü “Sa” vergi, “Marra” ise sayı anlamına gelmektedir. Buna göre anlamı “Kafa sayısına göre alınan cizyenin teslim yeri”dir.
Araştırmacı Ca‘fer el-Halîlî ise bu tür yorumların hiçbirinin doğruluk payı olmadığını, kesin delillerle bu görüşleri çürüttüğünü ifade eder. Yakut el-Hamavi’nin zikrettiği şehir adlarının Arapçaya dayandırılmasına da eleştiri getirir ve şöyle der: “Yakut’un aktardığı Samarra’nın farklı Arapça varyantları —Serru men ra’a, Serru men ri, Serru men ra’a, Sa’a men ra’a, Sam Rah (Farsça), Surur men ra’a, Serra…— sadece sözcük oyunlarıdır. Bunlar bazen iyimserlik, bazen kötümserlik amacıyla türetilmiş kelime oyunlarından ibarettir. Ancak ‘Serru men ra’a’ ismi zamanla diğer tüm adlandırmaların önüne geçmiştir; çünkü Halife Mu‘tasım bunu istemiştir. Fakat zamanla bu anlam zayıflamıştır.”
Samarra: uygarlığın derin kökleri
Arkeolojik kazılar, Samarra harabelerinin tarih öncesi dönemlerden bu yana insan yerleşimine sahne olduğunu ortaya koymuştur. Alman arkeolog Herzfeld, burada kaya ile toprak arasında yer alan ve tarih öncesi dönemlere ait bir mezarlık keşfetmiş, bu alan Abbasi dönemine ait kalıntıların yaklaşık bir mil güneyinde, “Darü’l-Hilâfe” yani halk sarayı olarak bilinen yapının yakınında yer almaktadır.
Herzfeld’in burada ortaya çıkardığı boyalı çömlekler, arkeoloji dünyasında “Samarra çanak çömleği” olarak adlandırılmış ve “Samarra kültürü dönemi”ne ait olduğu tespit edilmiştir.
Irak Eski Eserler Müdürlüğü, bu bölgede tarih öncesi döneme ait iki başka alan daha keşfetmiştir. Bunlardan biri, mezarlığın kuzeyinde; diğeri ise Dicle kıyısında yer almakta ve “Tell es-Suwwan” olarak adlandırılmaktadır. Asur yazıtlarında bu yerin adı “Sarmarta” olarak geçmekte ve özellikle Persler döneminde Romalılara karşı verilen savaşlarda büyük öneme sahip olduğu belirtilmektedir. Aynı zamanda, Kısra’ya ait ünlü bir kanal olan “al-Qātūl” nehrine yakınlığı da bu önemi artırmıştır.
Bu bölgede yapılan kazılarda MÖ 6000 yılına tarihlenen heykeller bulunmuştur. Tell es-Suwwan’da ortaya çıkan bu buluntular, yaklaşık on kilometre uzaklıktaki Samarra’nın bugünkü merkezinden, yerleşik ve tarıma dayalı, toprakla iç içe bir medeniyetin izlerini yansıtmaktadır. Roma yazarı Ammianus Marcellinus da, İmparator Julianus’un 363 yılında II. Şapur’a karşı düzenlediği sefer sırasında Samarra’yı ayrıntılı biçimde tasvir etmiştir.
Aynı yıl içinde Samarra topraklarında Romalılarla Persler arasında şiddetli bir savaş yaşanmış, bu çatışmadan Persler galip ayrılmış ve Roma ordusu Dicle’yi geçerek geri çekilmiştir. Bu anlatım, Samarra’nın o dönemdeki önemini gözler önüne seren en eski betimlemelerden biridir.
Samarra’nın kalıntıları
Samarra, zengin tarihî kalıntılarıyla ünlüdür. Özellikle verimli toprakları üzerine kurulan manastırlar, bölgede rahip ve rahibelerin yaşamını kolaylaştırmıştır. Şehrin çok sayıdaki nehir ve kanal ağı, manastır kurulumunu teşvik etmiştir; çünkü yaşam, su ve bitki örtüsü olmadan mümkün değildir. Tarihçilerin belirttiği üzere, Dicle Nehri'nin taşkınları ve gelgitlerin yol açtığı seller nedeniyle birçok arazi sular altında kalmasına rağmen, manastırlar zaman zaman yeniden inşa edilmiştir.
Bu manastırların en eskisi, daha sonra Halife Mu‘tasım’ın sarayı hâline gelen ve “Dârü’l-‘Âmme” (halk sarayı) olarak bilinen yapıdır. Bu manastır daha sonra hazine dairesine dönüştürülmüştür. Ancak tarihçiler bu manastırın adını belirtmemiştir. Araştırmacı Ca‘fer el-Halîlî, hiçbir Hristiyan kaynağında veya manastır tarihine dair kaynakta bu yapının adına rastlamadığını söyleyerek, ona “Samarra Manastırı” adını vermeyi önermiştir.
Bu manastırların dışında, bugün hâlâ ayakta olan birçok tarihî eser mevcuttur. Bunların en belirginlerinden biri, Abbasi halifeleri döneminde inşa edilen ve sarmal minaresiyle meşhur olan Büyük Cami’dir. Bu cami, Samarra’nın İslami mimarideki önemini vurgulayan başlıca yapılardan biri olarak kabul edilir.
Abbasi halifeliği döneminde Samarra
Halife Mu‘tasım, 218 Hicrî yılında hilafeti üstlendiğinde, Türk askerlerinin kötü davranışları nedeniyle Bağdat halkıyla aralarında büyük gerilim yaşanıyordu. Askerler, pazarlarda halka saldırıyor, onları rahatsız ediyordu. Bu durum üzerine Mu‘tasım Bağdat’tan ayrılmaya karar verdi ve birçok yeri gezip inceledikten sonra Samarra’yı seçti. Samarra’nın Abbasi hilafetine başkentlik yapmaya başlaması 221 Hicrî yılına denk gelir.
Mu‘tasım, burada saraylar ve konutlar inşa ettirdi. Usta zanaatkârlar ve mimarlar getirtti, farklı ülkelerden meyve ağaçları getirterek büyük bahçeler oluşturdu. Saraylar yükseldi, divanlar kuruldu, çarşılar açıldı ve askerî kışlalar inşa edildi. Samarra’dan Bizanslılara karşı sefere çıktı. 227 Hicrî yılında vefat etti ve “Cevsak” adıyla bilinen sarayında defnedildi. Yerine geçen oğlu Vâsık, “Hârûnî” adıyla bilinen sarayını inşa ettirdi ve ölümünün ardından oraya defnedildi.
Onun ardından tahta çıkan kardeşi Mütevekkil, saray inşasına büyük ilgi duydu ve bu uğurda büyük servetler harcadı. Aralarında Arûs, Muhtâr, Vahîd, Ca‘ferî, Garîb, Subh, Melîh, İtâhiyye Bahçesi, Tell, Cevsak, Berkavân, Kalâid, Gırd, Mâcûze, Behv ve Lü’lüe gibi birçok saray ve bahçe inşa ettirdi.
Tarihçiler bu saraylar, özellikle de kendi ismini taşıyan Ca‘ferî Sarayı için harcanan servetleri abartılı rakamlarla ifade etmişlerdir. İbn Kesîr, bu saraya harcanan paranın hesap edilemeyecek kadar çok olduğunu belirtmiştir.
Ancak Mütevekkil, bu ihtişamlı yapıların yanı sıra, Kerbelâ’da Hz. Hüseyin (a.s) Türbesi’ni yıktırmayı, kabri yerle bir edip üzerine su salmayı da emretmiştir. Ne var ki, Ca‘ferî Sarayı’nda geçirdiği süre dokuz ayı geçmemiştir; ardından burada öldürülmüş ve yerine oğlu Muntasır geçmiştir. O da babasının saraylarını yıktırmış, bu yapıların yerinde harabeler kalmıştır.
Muntasır, 252 Hicrî yılında vefat ettiğinde Cevsak Sarayı’nın harabelerine defnedildi. Ardından Mu‘tez Samarra’da halife ilan edildi. Onun döneminde fitneler baş gösterdi. Mu‘tez ile Musta‘în arasında şiddetli savaşlar yaşandı. Sonunda Mu‘tez galip geldi, Musta‘în Vâsıt’a kaçtı ama Mu‘tez onu öldürttü ve başını Samarra’ya getirtti. 253 Hicrî yılında Samarra’da karışıklıklar arttı.
254 Hicrî yılında İmam Ali b. Muhammed el-Hâdî (a.s) Samarra’da vefat etti ve evinde defnedildi. Mu‘tez, kardeşini cenaze namazını kıldırmak üzere göndermişti. Ancak halkın gözyaşları ve feryatları artınca tabutu evine geri götürmeleri emredildi ve oraya defnedildi. 255 Hicrî yılında Mu‘tez halifelikten azledildi ve hamamda öldürüldü. Yerine Mehdi geçti. Onun döneminde Zenc İsyanı patlak verdi. Bu isyan, Abbasi hilafetini 270 Hicrî yılına kadar meşgul etti. Zenc ordularıyla Abbasî orduları arasında çok kanlı savaşlar oldu ve nihayetinde halifenin oğlu ve veliahtı Muvaffak galip geldi.
Mehdi döneminde Türk askerlerinin etkisi arttı ve sonunda onu da görevden alıp öldürdüler. Ardından 256 Hicrî yılında oğlu Mu‘temid halife oldu. Onun döneminde İmam Hasan el-Askerî (a.s) 260 Hicrî yılında vefat etti ve babası İmam Hâdî (a.s) ile aynı evde defnedildi. 279 Hicrî yılında Mu‘temid, Samarra’yı terk edip Bağdat’ı hilafet merkezi yaptı ve orada inşa ettirdiği “Ma‘şûk Sarayı”nda öldü. Ardından cenazesi Samarra’ya taşınıp oraya defnedildi.
Böylece yaklaşık elli beş yıl boyunca Abbasi halifelerine başkentlik yapmış olan Samarra’nın hilafet dönemi sona ermiş oldu. Bu süre zarfında sekiz halife tahtta bulunmuştu: Mu‘tasım, Vâsık, Mütevekkil, Muntasır, Musta‘în, Mu‘tez, Mehdi ve Mu‘temid.
Samarra’da Şiilik
Samarra’da Şiilik, özellikle bu toprakları şereflendiren iki mukaddes
şahsiyetin — İmam Ali el-Hâdî (a.s) ve İmam Hasan el-Askerî (a.s) — orada yaşamalarıyla belirginleşmiştir. Halk, onların üstün ahlaki meziyetlerine ve manevi yönlerine tanık olmuş, ilahî ilmin varisleri, Resûlullah’ın (s.a.a) pak neslinden gelen bu iki imam, Şiiliği bölgede köklü hâle getirmiştir.
Ancak bu durum, Selahaddin Eyyubi’nin Şiilere karşı başlattığı şiddetli baskı ve katliamlarla sarsılmıştır. Daha sonra Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim de aynı yolu izlemiş ve Osmanlı yönetimi döneminde Şiilere yönelik sert politikalar özellikle IV. Murad döneminde zirveye ulaşmıştır.
Ne var ki, büyük din âlimi ve müceddid Seyyid Muhammed Hasan eş-Şîrâzî Samarra’ya geldiğinde bu düşmanlık sona ermiş, şehirde yeniden bir ilmi ve kültürel canlılık başlamıştır. Çeşitli ülkelerden birçok ilim talebesi Samarra’ya göç etmiştir. Müceddid Şîrâzî burada büyük bir dini ilimler medresesi kurmuş, dünyaca ünlü “Tütün Fetvası”nı buradan yayımlamıştır. Samarra, onun döneminde altın çağını yaşamıştır.
Şîrâzî’nin 1312 Hicrî yılında (1894) vefatının ardından, onun talebesi Mirza Şeyh Muhammed Takî eş-Şîrâzî ders verme ve fetva makamını devralarak hocasının kurduğu ilmi yapıyı korumuş ve geliştirmiştir.
1917 yılında İngiliz kuvvetlerinin Samarra’yı işgal etmesiyle birlikte Mirza Takî eş-Şîrâzî önce Kazımiye’ye, oradan da Kerbelâ’ya göç etmiştir. Şîrâzî’nin kurduğu medrese, onun ölümünden 130 yıl sonra, 1338 Hicrî yılında (1919) Âyetullah el-‘Uzma Seyyid Ali Hüseynî Sistanî’nin (Allah gölgesini daim kılsın) himmetiyle yeniden canlandırılmıştır.