Karbela niçin unutulmaz? Gözyaşı sadece yas değil, şahitliktir

Her gözyaşı ebediyete, her katledilen çocuk ise ışık saçan bir kandile dönüşmez. Dünya yaratıldığından beri acılarla yoğrulmuştur: Eşini kaybeden kadınların sayısı artıyor, çocuklar savaşların uçurumundan atılıyor. Kalpler açgözlülük ve iktidarın hırslarına kurban ediliyor. Peki ama neden kanla, yıkımla ve feryatla dolu nice olay tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolup giderken, Kerbela hâlâ hafızalarda canlılığını ve acısını taze tutuyor?

Bu soru bir şüpheden değil, hakikatin özünü araştıran bir akıl gözünden doğar.

Ben Kerbela’nın evladıyım. Kerbela’yı dilden dile aktarıldığı gibi değil, onu göğsünde taşıyan, yüreğinde hisseden biri gibi anlatırım. Hüseyin’in şehadete koşan atının sesi hâlâ kalbimin ortasında yankılanıyor. Ben yalnızca Hüseyin için ağlamıyorum; onu duyuyorum.

Kerbelâ sadece acılardan ibaret bir olay değildir; bu dünya toprağından olmayan ölçülerle ebediyeti şekillendiren ilahî bir iradedir. Kerbelâ’ya zemin hazırlayan ve tüm ayrıntılarıyla yöneten, ne bir orduydu ne de bir hükümdar; bu görünmeyen bir ilahî mimardır. Hüseyin’in kanını batmayan bir gemiye, yıkılmayan bir mihraba, susturulamayan bir sese dönüştürmüştür.

Evet, Kerbela’da bir bebek babasının kollarında boğazlandı. Ama bu herhangi bir bebek değildi. Abdullah bebek (Ali Asgar), bu duruşun alnına mühürlenmiş masumiyetin son damgasıydı. Onunla birlikte şu mesaj verilmişti: Bu bebek bile zulümden kurtulamadıysa, o halde artık kimse mazur görülemez.

Kadınlar dul bırakıldı, doğru. Ama Rubab’ın dul kalışı bir kırılma değil, kefilsiz bir yücelikti. Ve Zeyneb... O, bu ebediyet destanının sözlü mimarıydı. Hüseyin’in hançerle delik deşik edilen bedenine karşı, sözleriyle Yezîd’i hançerleyen hatibeydi.

Mesele sadece bir felaket olsaydı, yeryüzündeki tüm katliamların kurbanlarını ebedîleştirirdik. Tıpkı Hüseynî matem çadırları gibi her yıl Guta, Srebrenitsa ve Gazze’deki katliamları anardık. Ama kan tek başına bir harita çizemez; eğer Allah’ın avucuna dökülmemişse.

Hüseyin sadece gözyaşı değil, bir diriliş projesidir. Ağlamak – ne kadar yüce olsa da – basiretin kapılarından sadece biridir. Gözyaşı bir anahtardır; ebediyet ise bir mühendisliktir. Kalbi kırıldığı için ağlayanla, ruhu tanıklık ettiği için gözyaşı döken arasında fark vardır. Çünkü o ruh bilir ki bu kan, dini korumuş ve risaleti arıtmıştır.

Kerbelâ’nın ölümsüzlüğü dökülen kandan değil, o kanın nurundan gelir. Onun ebediyeti, ölümü hayata, esareti izzete, susuzluğu ise yola dönüştüren bir ilkededir. Kerbelâ, ebedi zafere ulaşmak için yenilgi ile sonuçlanması planlanan tek devrimdir. Çünkü Allah, hikmeti gereği, Hüseyin aramızdan alınırken imanın nasıl sınanacağını göstermek istemiştir. Geriye yalnızca iki seçenek kalmıştır: Ya Yezîd’in önünde eğilmek ya da kesik başın arkasında durmak.

Kerbelâ’da yaşanan her an semanın aynasıydı. Dökülen her damla kan, ebediyet kitabında atılan ilahî bir imzaydı. Bu yüzden, onu ancak basiretli bir bakış anlar: Hüseyin (a.s) öldürülmedi, yükseldi.

Velhasıl, Aşura günü biz bir ölümü anmıyor; zamanın özünde canlı bir ilahi derse şahit oluyoruz.

Kerbela'da biz ağlamıyoruz; şahitlik ediyoruz.

المرفقات

العودة إلى الأعلى