İmam Musa Kazım (a.s) ve Abbasi iktidarının zulmü

İmam Musa Kazım (a.s) hakkında konuşmak, derin bir konuyu ele almak demektir; çünkü onun hayatı, faziletleri ve kişiliği, anlatılacak kelimelerle sınırlanamayacak kadar büyüktür. Araştırmacılar ve yazarlar bu konuda birçok eser kaleme almış olsa da, tüm bunlar okyanustan bir damla su almak ya da çölde kum tanelerini saymak gibidir. Herkes, ister yakın ister uzak, ister dost ister düşman olsun, İmam Musa Kazım’ın (a.s) üstün faziletlerini kabul eder. Bu yazımızda ise, yalnızca Abbâsî yönetiminin İmam Musa Kazım’a (a.s) karşı uyguladığı baskı, zulüm ve hapis hayatını, nihayetinde Harun el-Reşid’in hapishanesinde zehirlenerek şehit edilmesini ele alacağız.

İmam Musa Kazım (a.s), Mekke ile Medine arasında yer alan Ebva bölgesinde, Hicri 128 yılının Safer ayının yedisinde dünyaya geldi. Babası ve dedesi gibi, ilmin ve peygamberlik mirasının emanetçileri olarak yetişti. İmam Musa el-Kazım (a.s), babası İmam Cafer es-Sadık (a.s)'ı takip ederek, onun İslam hukukunu ilimle canlandırdığı ve kurduğu büyük ilmi okulunda, İslam tarihinin benzerine rastlanmayan bir şekilde ilimle yetişti. Burada ilim öğrendi ve ümmetin önderliğini babasından devraldı. Aynı zamanda babasının yaşadığı sıkıntılar, zulüm ve Mansur tarafından zehirlenerek şehit edilmesi gibi acılara da ortak oldu

İmam Musa Kazım (a.s), Abbasi hanedanından dört zorbayla aynı dönemde yaşadı: Ebu Cafer el-Mansur, Muhammed el-Mehdi, Musa el-Hadi ve Harun Reşid. Bu zorbalardan sonuncusu Harun Reşid, İmam’ı zehirleyerek şehit etti. Bu yazıda, bu hükümdarların İmam’a karşı izledikleri politikaları ve İmam’ın bu politikalara karşı duruşunu özetleyeceğiz.

Mehdi Dönemi

Seyyid Haşim Ma’ruf el-Haseni, Siretü’l-Eiimme kitabında (Cilt 2, Sayfa 328) şu olayı aktarmaktadır: Abbasi halifesi Mehdi, İmam Musa Kazım’ı (a.s) huzuruna çağırarak Fedek’ı kendisine iade etmesini teklif etti. Ancak İmam (a.s), bu teklifi reddetti. Mehdi bu konuda ısrar edince, İmam (a.s), “Ancak sınırlarıyla kabul ederim” dedi. Mehdi, bu sınırların ne olduğunu sorduğunda İmam (a.s) şöyle cevap verdi:

Birinci sınır: Aden.

İkinci sınır: Semerkand.

Üçüncü sınır: Afrika.

Dördüncü sınır: Hazar ve Ermenistan’a kadar uzanan deniz kıyısı.

Mehdi, bu sınırların ne anlama geldiğini anladığında öfkesine hâkim olamadı ve ayağa kalkarak, “Bu durumda geriye hiçbir şey kalmadı; tahtımı da elimden alıyorsun!” dedi. Bunun üzerine İmam (a.s), galip bir edayla şu yanıtı verdi: “Ben sana belirttiğim takdirde iade etmeyeceğini söylemiştim.”

Abbâsîlerde Hilafet Anlayışı

Bir Abbâsî halifesi ile Ehlibeyt (a.s) İmamlarından biri arasında geçen bu diyalog, tarafların hilafet kavramına dair bakış açılarının ne denli büyük farklar ve çelişkiler olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Abbâsîler için hilafet kavramı, bir halifeden diğerine yalnızca uygulanan baskıcı ve zalim yöntemlerin şekliyle farklılık göstermiştir. Politikaları, kan dökme ve zorbalıkla şekillenmiş, tarih kitapları onların suçları ve günahlarıyla dolmuştur. Abbâsî tarihine kısa bir bakış bile İslam tarihinin en karanlık ve utanç verici sayfalarından birini gözler önüne sermektedir.

Abbâsîlere göre hilafet, yalnızca otorite, zorbalık, öldürme, sürgün, baskı ve iktidarı her türlü yolla ele geçirmenin bir aracıydı. Onların sloganı "Krallık kısırdır" (yani iktidar, aile bağlarından daha önemlidir) anlayışıydı. Açgözlülük, sefahat, alkol ve lüks, halkın sefaletinden beslenerek hüküm sürdükleri dönemi tanımlıyordu.

Abbâsîlerin işledikleri suçlar yalnızca Ehlibeyt (a.s) ve onların Şiîleriyle sınırlı kalmamış, tüm Müslümanları hatta kendi ailelerinden tahtlarına tehdit oluşturabilecek kişileri dahi kapsamıştır. Harizmi, Mansur hakkında şöyle der: "O, yeğeni ve amcası Abdullah bin Ali'yi öldürmekten çekinmedi." Dahası, Mansur iktidara gelmesine yardım eden ve bu yolu açan kişilerden biri olan "devletinin kurucusu" Ebu Müslim'i bile öldürdü. Es-Saduk, Uyûnu Ahbâr-ı Rızâ’da (Cilt 1, Sayfa 91) Harun Reşid’in oğlu Memun’a şunları söylediğini aktarır: "Allah’a yemin ederim ki eğer bu işte benimle mücadele edersen, gözünü çıkarırım; çünkü krallık kısırdır."

Bu anlayış, Memun'un kan dökme eğilimiyle tamamen örtüşüyordu. Memun, kardeşi Emin’i öldürmekten çekinmedi. Eğer Emin üstün gelseydi, kardeşi Memun’a aynı şeyi yapacaktı. Bu, Abbâsîlerin hilafet kavramını özetler: Her türlü yolla iktidara gelmek, halkı baskı ve zulümle yönetmek, kutsallıklara saygısızlık etmek.

Abbâsîlerin ahlaki yozlaşması o kadar derinleşmişti ki, okuyucunun yüzünü kızartacak kadar utanç verici bir seviyeye ulaşmıştır. Öyle ki sarayları, fuhuş, ahlaki çöküşün ve yozlaşmanın bir yuvası haline gelmiştir; sarayda içki içme, ahlaksızlık ve dine aldırış etmeme sıradan bir hal almıştır.

Bu, Abbâsîlerin hilafet anlayışıdır. Peki, İmam Musa Kazım’ın (a.s) hilafet anlayışı nedir?

Ehlibeyt’in (a.s) Hilafet Anlayışı

Ehlibeyt'in (a.s) tarihine baktığımızda, hilafet kavramının onların nezdinde ilke ve hedefler açısından ortak bir anlayışa dayandığını, sözlerinde ve eylemlerinde açıkça görüyoruz. Bu kavram, Emirü'l-Müminin İmam Ali'nin (a.s) Basra'da gerçekleşen Cemel Savaşı'na giderken İbn Abbas ile yaşadığı bir olayda açıkça görülmektedir. İmam, o sırada eski bir ayakkabısını tamir ediyordu. İbn-i Abbas, bu davranışın o önemli durumda yersiz olduğunu ifade ettiğinde, İmam ona bir soru yöneltti: "Bu terliğin değeri nedir?" İbn-i Abbas, bunun bir değeri olmadığını söyledi. Bunun üzerine İmam, hilafetin gerçek anlamını açıklayarak şu cevabı verdi:

"Allah’a yemin olsun ki, bu terlik sizin yönetiminizden benim için daha değerlidir, ta ki hak olanı ayakta tutayım ve batılı engelleyeyim."

Ehlibeyt (a.s) için hilafet, Allah'ın emrine uyulmadığı, adaletin sağlanmadığı ve hakların yerine getirilmediği sürece eski bir terlikten daha değersizdir. Bu anlayış, İmam Hasan'ın (a.s) Muaviye ile yaptığı antlaşmada ortaya konulan şartlarda da açıkça görülür. Bu şartlar, masum insanların kanının dökülmesini engellemek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak gibi adalet ve iyilik ilkelerine dayanıyordu.

Bu anlayış, İmam Hüseyin'in (a.s) kıyamı sırasında şu sözleriyle açıkça ortaya konmuştur:

"Ben ne kendimi üstün göstermek için ne de fesat çıkarmak için kıyam ettim. Sadece ceddim Resûlullah'ın (s.a.a) ümmetini ıslah etmek, iyiliği emredip kötülüğü nehy etmek için kıyam ettim."

Bu ilke, Ehlibeyt İmamlarının tüm davranışlarında olduğu gibi İmam Musa bin Cafer’in (a.s) hayatında da net bir şekilde görülmüştür.

Hilafet, Ehlibeyt (a.s) anlayışında bir otorite olmaktan ziyade, ümmete karşı bir sorumluluk ve görevi ifade eder. Bu sorumluluk, ümmeti İslam'ın hakiki hükümleri doğrultusunda yönetmeyi, son peygamber (s.a.v) tarafından getirilen hakikatleri muhafaza etmeyi ve sapma ile yozlaşmadan korumayı içerir. Bu görev, yalnızca Allah’ın vahyi ile seçip nitelendirdiği ve Peygamber’in (s.a.v) kendileriyle kitabı eş tuttuğu imamlara mahsustur. İmam Kazım’ın (a.s) Mehdi’ye verdiği cevapta da bu kastedilmiştir.

Mehdi’nin bu girişimi ya saf bir girişimdir – ki Abbasi İmparatorluğu karşısında Fedek’in ne önemi vardır? İmam, Abbasi yönetiminin dört temel dayanağını tanımlamış ve Abbasi yönetiminin Al-i Ali’den gasp edilerek kurulduğunu, onlara ihanet edildiğini ve bu yönetimin zulüm ve adaletsizlikle sürdürüldüğünü ifade etmiştir. İmam, dünya nimetlerinden ve malından, hele ki Fedek’ten en uzak duran kişi idi. Ya da bu girişim, İmam’ı kontrol altına almak ve onu otoriteye çekmek amacını taşımaktadır. Ancak bu hiçbir şekilde mümkün değildir; zira İmam’ın düşünce ve ahlakı, bu zalim politikalarla taban tabana zıttır.

İmam Musa Kazım'ın Mehdi Döneminde Hapsedilmesi

İmam’ın (a.s) yöntemi ve yaşam tarzı Abbâsîleri rahatsız etti. Bu nedenle Mehdi’nin saltanatı boyunca İmam (a.s) sıkı bir gözetim altında tutuldu. Mehdi, İmam’ı defalarca Bağdat’a çağırdı ve onu hapsetti. İmam’ı öldürmeye niyetlenmişti; ancak İmam (a.s), ettiği dualarla her defasında kurtuldu.

Hatîb el-Bağdâdî’nin Tarih-i Bağdat eserinde rivayet ettiğine göre, İmam Kazım (a.s) Mehdi’nin zindanlarından birinde tutulduğu sırada Mehdi, bazı geceler rüyasında Ali bin Ebu Talib’i (a.s) görürdü. İmam Ali (a.s), ona şu ayeti okudu:

"Ya Muhammed! (Eğer iktidara gelirseniz, yeryüzünde fesat çıkarır ve akrabalık bağlarını koparır mısınız?)"

Bunun üzerine Mehdi korkuyla uyandı ve İmam Kazım’ı (a.s) serbest bıraktı. Ancak Mehdi, yeryüzünde fesat çıkarmaktan ve akrabalık bağlarını koparmaktan vazgeçmedi. İmam üzerindeki gözetimi daha da sıkılaştırdı. Nihayetinde Mehdi, bu süreçte helâk oldu.

Hâdî ve Fah Vakası

Mehdi’den sonra yerine geçen Musa el-Hâdî, zulüm ve şiddetini artırarak Ehlibeyt’e (a.s) karşı baskılarını yoğunlaştırdı. Hâdî döneminde, İmam Musa Kazım (a.s), ailesi için büyük acılar taşıyan Fah vakıasına tanıklık etti. Bu olay, Ehlibeyt (a.s) için derin yaralar açtı ve İmam (a.s) bu facianın etkisiyle büyük bir üzüntü yaşadı. İmam (a.s), bu durumu şu sözlerle dile getirdi:

"Kerbela’dan sonra bizim için Fah kadar büyük bir trajedi yaşanmamıştır."

Harun Dönemi

İmam Musa Kazım (a.s), Harun Reşid döneminde hayatının en zor yıllarını geçirdi. Harun, tüm istihbarat ve casusluk ağını, İmam’ı izlemek için kullanarak hareketlerini takip etti. Belki de İmam'ın maruz kaldığı en büyük haksızlık, aralarında İmam'a en yakın olanların bulunmasıydı. Bu zulüm, bir insana yapılabilecek en büyük haksızlıktır, şairin de ifade ettiği gibi:

"Yakınların zulmü, kılıcın darbelerinden daha acıdır."

Ebu Cafer el-Kuleyni, El-Kafi adlı eserinde (Cilt 1, s. 486) şu olayı nakletmiştir:

İmam Musa Kazım’ın kardeşinin oğlu Muhammed bin İsmail bin Ca'fer, Abbasi halifesi Harun’un yanına giderek şöyle dedi: "Yeryüzünde iki halifenin bulunduğunu asla düşünmezdim; ta ki amcam Musa bin Cafer’e halifelikle selam verildiğini görünceye kadar."Bunun üzerine Harun, ona yüz bin dirhem gönderdi. Ancak Allah, Muhammed bin İsmail’i ani bir hastalıkla (boğaz hastalığı) cezalandırdı. Gönderilen dirhemlerden ne birine baktı ne de dokundu.

Bu durum, Harun'un İmam Kazım'a (a.s) karşı içinde gizli bir kin beslemesine neden oldu. Harun, İmam'ın kendisi için ne denli büyük bir tehlike oluşturduğunu ve halkın gönlünde ne kadar sevgi ve saygı kazandığını herkesten daha iyi biliyordu. Bu geniş halk tabanı, Harun’u İmam’ı tutuklamaya ve bizzat ortadan kaldırmaya kararlı hale getirdi.

Harun, hac yolculuğu sırasında Medine’ye gitti ve adamlarına İmam Kazım’ı (a.s) yakalamalarını emretti. Daha sonra İmam’ın Basra’ya götürülmesini ve orada, kendisi tarafından vali olarak atanmış olan İsa bin Cafer el-Mansur’un gözetiminde hapsedilmesini emretti.

İmam’a Suikast Girişimleri

İmam Musa Kazım (a.s), bir yıl boyunca İsa bin Cafer’in zindanında hapsedildikten sonra, Harun Reşid onu öldürme emri verdi. Ancak İsa, bu emri yerine getirmeyerek Harun’a şu şekilde bir mektup yazdı: "Geceyi ibadetle geçirip gündüzleri oruç tutan birini öldürmek benim için mümkün değildir." Harun, bu mektup üzerine, İmam’ı teslim alması için birini gönderdi. İmam, bu kez Fazl bin Rabi’inin gözetiminde uzun bir süre kaldı, ancak sürekli olarak ibadetle meşgul oldu.

Harun, ardından İmam’ı öldürmek için Fazl bin Rebi’ye emir verdi, fakat o da bu emre karşı çıktı. Harun, bu durumu kabul etmeyerek İmam’ı Fazl bin Yahya el-Bermeki’ye teslim etmeye karar verdi. Fazl bin Yahya, İmam’a daha iyi davranarak ona geniş bir alan ve rahatlık sağladı, ancak bu durum Harun’u daha da öfkelendirdi. Harun, Fazl bin Rebi’yi cezalandırmak için onu 100 sopa ile dövdürmeyi emretti ve ölümle tehdit etti. Bunun üzerine, Fazl bin Rebi’nin babası olan Yahya bin Halid el-Bermeki devreye girerek oğlunu kurtarmaya çalıştı. Sonunda, Harun İmam’ı sultanın baş casusu olan Sindî bin Şahik’e teslim etti.

Sindî bin Şahik ve Alçak Suikast Girişimleri

Sindî bin Şahik, İmam’ı büyük bir baskı altına aldı ve esareti sırasında Harun’un emriyle İmam’a karşı birçok alçakça girişimde bulunuldu. Bu girişimlerden biri, Harun’un, İmam’ı (a.s) zorla itaat ettirmek amacıyla ona güzel bir cariye göndermesiydi. Ancak Harun, durumu incelemeye gittiğinde, cariyenin İmam’ın arkasında secde etmiş bir şekilde gördü. Bu durumu gören Harun, şaşkın bir şekilde, "Musa bin Cafer onu büyülemiş!" diyerek İmam’a karşı olan öfkesini yinelemişti. Bu tür alçakça girişimler, İmam’ın inancına ve direncine karşı acınası bir başarısızlığa mahkumdu.

Başarısız Af Girişimi

Harun, İmam’ın (a.s) faziletleri ve ibadeti halk arasında konuşulmaya başlandığında, yaptığı bu çirkin fiili meşrulaştırmaya çalıştı. İmam'ı (a.s) serbest bırakmak için tek şart olarak ondan af dilemesini istedi. Böylelikle Harun, İmam’ın suçunu kabul ettiği algısını yaratmayı ve bu vesileyle İmam’ı küçük düşürmeyi planlıyordu.

Ancak Harun’un unuttuğu ya da bilerek görmezden geldiği birşey vardı ki, bu onurlu ruh, yalnızca Yaratıcısına boyun eğer ve yalnızca O’ndan af diler; kimsenin önünde eğilmez ve zalimden af dilemezdi.

Yakubî, şu rivayeti nakletmiştir: Harun’un zindanında uzun bir süre kalan İmam Musa bin Cafer’e (a.s) şöyle denildi:

“Falanca kişiye yazsan da Harun ile senin hakkında konuşsa?”

Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdu:

“Babam, atalarım aracılığıyla bana şöyle bir hadis aktardı: Allah, Davud’a vahyetmişti: Kullarımın biri, yaratıklarımdan birine değil de yalnızca bana sığınırsa, gökyüzünün sebeplerini onun üzerinden kesmem ve yerin altını ona dar etmem.”

İşte bu, onurun zirvesini temsil eden, zincirler ve kelepçeler içinde bile özgürlük ve onur yolunu inşa eden İmam Kazım’dır. O, zindanların karanlıklarından parlak bir yol çizen, insanlığa zulme ve zalimlere karşı durmayı, zafer ya da şehadetle sonuçlanacak bir mücadele yolunu öğreten bir önderdi. O, adaletsizliğin karanlığıyla yalnızca daha da parlayan ve ışıldayan bir nurdu. O, göklerin mesajlarının gerçek anlamıydı; yalnızca Rabbine secde eden, boyun eğen ve eğilen bir yiğitti.

İmam’ın mucizeleri, faziletleri ve kerametleri, onun cellatlarının evlerinde bile duyulmuştu. Bu nedenle, İmam (a.s) hapiste olmasına rağmen yönetim için sürekli bir endişe kaynağıydı. Öyle ki, Ali bin Ebu Talib’in (a.s) soyuna düşmanlıklarıyla tanınan birçok kişi, İmam’ın takvasını ve zühdünü gördükten sonra ona gönülden bağlı hale geldi.

Bu kişiler arasında, zindancı Sindî’nin kız kardeşi, hizmetçisi Beşar ve Mansur’un kötülük yapmak istediği kişileri teslim ettiği Müsayyib bin Zühre de vardı. Müsayyib, İmam Kazım’ı (a.s) hapsedip gözetmekle görevlendirilmişti. Ancak İmam’ın etkisiyle onun sadık bir takipçisi oldu ve kendisine “Efendim” diye hitap etmeye başladı.

Bütün bu olaylar Harun’un gözleri önünde ya da casusları aracılığıyla ona ulaştırıldı. Bu durum Harun’un öfkesini ve kederini daha da artırdı.

İmam’a (a.s) olan sevgi, Harun’un devlet adamlarının, ordu komutanlarının ve hatta köleleri ile cariyelerinin kalplerine kadar işlediğinde, Harun için geriye tek bir çare kalmıştı: İmam’ın manevi otoritesini ve ilahi hilafetini sonlandırmak. Ancak bu şekilde baskıcı yönetimini ve sahte hilafetini koruyabilecekti. Bunun için de başka bir yol bulamayarak İmam’ı (a.s) öldürmeye karar verdi.

Habis niyeti onu bu korkunç cinayete yönlendirdi. İmam’a (a.s) zehirli yiyecek sunulması emrini verdi. Bu hain görevi yerine getirmek için Sindî bin Şahak’ı çağırdı ve ona İmam’ın yemeğine zehir katmasını emretti. Sindî, efendisinin emrine uyarak bu korkunç suçu işledi. İmam (a.s) zehirlenmesinin ardından üç gün boyunca acı çekti ve nihayetinde tertemiz Ehlibeyt (a.s) ve Yüce Rabbi ile buluşmak üzere vefat etti.

العودة إلى الأعلى